Mucize 1. Sezon 4. Bölüm Karanlığın Uyanışı

 1.SEZON 4.BÖLÜM * KARANLIĞIN UYANIŞI


  Okulun önünde toplanan öğrenciler, yağmurun ilk damlalarını hisseder hissetmez hızla içeri girmeye başladılar. Marinette, omzundaki çantasını düzelterek Alya ile birlikte girişe doğru yürüdü. Hava kapalıydı, gri bulutlar Paris semalarını tamamen kaplamıştı.

"Tam da şimdi mi başlamalıydı?" diye homurdandı Marinette, saçlarına düşen yağmur damlalarını silmeye çalışarak.

Alya gülümseyerek ona döndü. "Bunun bir işaret olduğunu düşünmelisin, Marinette. Kim bilir, belki bugün hayatında önemli bir şey olacak?"

Marinette gözlerini devirdi. "Lütfen, Alya, Adrien konusunda bana teoriler üretme. Sabah sabah buna hazır değilim."

Alya hafifçe kıkırdadı. "Kim Adrien dedi ki? Demek aklında o vardı?"

Marinette'in yanakları kızardı ama cevap vermeden adımlarını hızlandırdı. İkisi de okul binasının içine girerken yağmur şiddetini artırmaya başlamıştı.

Marinette ve Alya, okulun girişinden içeri girer girmez koridordaki kalabalığa karıştılar. Yağmur dışarıda hızlanmış, camlarda ince ince izler bırakıyordu. Marinette, çantasını düzelterek hızla sınıfa yöneldi.

Sınıfa girdiklerinde, Bayan Mendeleyev çoktan kürsüde yerini almıştı. Katı disiplininden ödün vermeyen öğretmen, öğrenciler daha yerine oturmadan tahtaya büyük harflerle yazılmış bir kimya formülü çiziyordu.

Marinette ve Alya, aceleyle sıralarına geçti. Marinette, nefesini düzenlemeye çalışarak defterini çıkardı. Alya ise ona hafifçe gülerek fısıldadı: "Bugün bir şeylerin değişeceğini hissediyorum."

Marinette gözlerini devirdi. "Tek değişen şey, Bayan Mendeleyev'in sabah enerjisinin normalden daha yüksek olması olabilir."

Tam o anda, öğretmen sert bir şekilde sınıfa döndü ve gözlüğünün üzerinden tüm sınıfı süzdü.

"Dikkatinizi verebilir misiniz, Bayan Cesaire ve Bayan Dupain-Cheng?"

Marinette hızla önüne döndü, Alya ise hafifçe kıkırdayarak ona göz kırptı. Ancak hiçbir şey, bu sıradan sabahın az sonra bambaşka bir hale geleceğini göstermiyordu... O sırada

Sınıfın kapısı aniden açıldı ve herkes başını çevirdi. Gözler, içeriye adım atan, uzun sarı saçları ve parlak gözleriyle dikkat çeken Chloe'ye takıldı. Havadar bir adım atarak, gururlu bir şekilde sınıfa girdi. Herkes ona hayranlıkla bakarken, Chloe'nin etrafındaki hava, bir kraliçenin salona girmesi gibi büyülüydü. Üzerindeki lüks kıyafetleri, adımlarındaki zarafetle birleşerek her hareketini dikkatle izleyenlerin gözlerinin önünde bir gösteriye dönüştü.

Chloe, bir süre sessizce sınıfın ortasında durarak etrafındaki bakışlara aldırmadan başını kaldırdı. Gözleri, belirgin bir özgüvenle sınıftaki her birini tararken, elindeki çantasını masasına koydu. Duruşu her şeyin kendisine ait olduğuna dair bir mesaj veriyordu. 

Öğretmen, Chloe'yi sınıfa girdiği şekilde karşıladı ama sınıfın geri kalanını izlemeye devam etti. Tüm gözler Chloe'deydi. Birkaç saniye sonra, Chloe'nin dikkatini çeken biri vardı. Masasında oturan, biraz daha çekingen bir kız vardı: Marinette. Marinette'in bakışları, Chloe'nin etkileyici havasına karşın, bir türlü onunla göz teması kurmamaya çalışıyordu.

Chloe: "Hmm, Marinette, değil mi? Senin gibi sıradan biri kimya dersine gelmeye devam ediyor, değil mi?"

Marinette, bir an için kafasını kaldırıp Chloe'ye baksa da, sadece kısa bir bakışla cevapsız kaldı. Chloe'nin derin gülüşü sınıfın havasını daha da değiştirirken, Marinette çantasını sıkıca tuttu ve dikkatini derse vermeye karar verdi. Kimya dersinin sıkıcı havası, sınıfta herkesin kendi işine odaklanmasıyla devam ediyordu. Tam o sırada Chloe'nin gözleri Adrien'ın masasına odaklanmıştı. Birden durdu ve gülümsedi.

Chloe: "Ah, Adrien! Seninle küçüklüğümüzde ne kadar çok eğlenirdik hatırlıyor musun?"

Adrien hafifçe irkildi ve başını kaldırarak ona bakmaya başladı. Sınıfın geri kalanı da gözlerini onlara çevirdi. Chloe'nin gözlerindeki parıltı, Adrien'ı hatırlamakla ilgisi olmayan bir yerden geliyordu.

Chloe: "Bilmiyorsunuz, ama Adrien ve ben çok küçükken her zaman birlikte oynardık. Yani, sadece ben onun gerçek arkadaşıydım. O zamanlar başka kimse yoktu... Bizim gibi!"

Sınıf sessizleşti. Chloe'nin söyledikleri biraz ağır bir şekilde havada asılı kaldı. Adrien'ın yüzü bir an için donmuştu.

Marinette, Chloe'nin sesini duyunca kafasını kaldırdı, ama aniden bir yabancıdan bahsediliyormuş gibi şaşkın bir şekilde Chloe'ye bakarak seslendi.

Marinette: "Affedersin, ama... seni tanımıyorum ve bu tür eski anılar hakkında konuşmak bana çok ilginç gelmiyor."

Chloe, aniden bu çıkışı duyduğunda şaşkın bir şekilde gülümsedi, ama gülüşü oldukça alaycıydı.

Chloe: " Ah, sen de kim oluyorsun? Belki de Adrıen'ın çocukluk arkadaşı olduğumu bilmiyorsundur, ama ben de burada olmaya devam ediyorum, değil mi?"

Marinette, Chloe'nin bu yaklaşımına biraz daha fazla katlanmak istemedi ve derse odaklanarak gözlerini yavaşça kaçırdı. Ancak içindeki huzursuzluk gitgide arttı. Chloe'nin geçmişi ortaya dökmesi, hem sınıfta gergin bir ortam yaratıyor hem de kendini yabancı gibi hissettiriyordu.

Adrien'ın gözleri bu konuşmaya odaklanmıştı, ama söz söylemek yerine başını hafifçe eğdi. O sırada, sınıfta oluşan sessizlik ve gerilim, herkesin düşündüklerinden daha fazla hissediliyordu. Sınıfta hala Chloe'nin sesi yankılanıyordu. Marinette, onun geçmişi anlatma çabasını umursamıyor gibi görünmeye çalışsa da içten içe sinirlenmişti. Adrien ise sessizdi, konuşmak istemiyor gibiydi. Derken, aniden zil çaldı.

*Dıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııı

Kafeteryada Oturma Düzeni

Kafeteryanın kapıları açıldığında öğrenciler hızla içeri akın etti. Marinette ve arkadaşları, kalabalığın arasında ilerleyerek yemek sırasına geçtiler. Cam kenarında, hafif güneş ışığı alan masalar boş görünüyordu. Marinette tepsisini kavrayarak çevresine göz gezdirdi.

Alya omzunun üzerinden bakarak ona yaklaştı. "Şu cam kenarına oturalım mı? Hem daha aydınlık, hem de kalabalığın içinde kaybolmayız."

Nino, eliyle kafeteryanın ortasına işaret etti. "Ama çok uzak olursa konuşmak zor olur. Hem masalar hep dört kişilik, hepimiz ayrı mı oturacağız?"

Marinette tepsisini belli etmemeye çalışarak gülümsedi. "Bence geniş bir masa bulmalıyız. Böylece herkes rahat eder."

Tam o sırada, parlak sarı ceketiyle Chloe yanlarından geçti. Ardında Sabrina'yı sürüklüyor, bakışlarını doğrudan Adrien'a dikmişti. Kaşlarını hafifçe kaldırarak gülümsedi.

"Tabii ki Adrien benimle oturacak. Sonuçta küçüklüğümüzden beri hep birlikte otururuz. Değil mi, Adrien?

Adrien hafifçe başını kaşıdı. Gözleri, rahatsız olmuş gibi bir an boşluğa daldı. Ardından gülümsemeye çalışarak cevap verdi. "Aslında hep birlikte oturabiliriz. Sonuçta hepimiz arkadaşız, değil mi?

Marinette'in midesine bir yumruk inmiş gibi oldu. İçinden, "Hepimiz mi?" diye düşündü. Gözleri istemsizce Adrien'ın yüzünde gezindi. Oysa Chloe'nin böyle bir iddiada bulunmasına hiç şaşırmamalıydı.

Alya onun sessiz kaldığını fark edip hafifçe dirseğiyle dürttü. "Merak etme," diye kısık sesle fısıldadı. "Onu kaptırmayacağız."

Nino, ortamı yumuşatmak için kahkaha attı. "O zaman en geniş masaya geçelim. Bir taraf biz, bir taraf siz oturur."

Adrien başını sallayarak onayladı. Marinette, istemese de bu plana uymak zorunda olduğunu biliyordu. Kafeteryanın bir köşesinde boş bir masa bulduklarında, herkes bir anlık duraksadı. Kim, nereye oturacaktı?

"Eee.. Kim nereye oturuyor?" diye sordu Nino, hafifçe gülerek.

Alya, tepsisini masaya bırakarak kollarını kavuşturdu. "Bence en mantıklısı, çift çift oturmamız."

"Yani?" diye sordu Kim, sabırsızca.

"Şöyle düşünün," diye devam etti Alya. "Nino ve ben birlikte oturacağız. Marinette ve Mylene yan yana olabilir. Max ve Ivan birlikte oturursa, geriye Adrien, Chloe, Sabrina ve Nathaniel kalıyor."

"Ben Adrien'la oturuyorum!" diye hemen atıldı Chloe. Sabrina başını sallayarak onun peşinden yerini aldı.

Adrien bir an duraksadı, sonra hafif bir gülümsemeyle başını salladı. "Pekala, o zaman ben buraya oturuyorum."

Marinette, onun tam karşısına denk geleceğini fark edince içten içe gerildi. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Alya ona göz kırptı. "Hadi otur, Marinette. Tabağındaki makarna soğuyacak."

"Ben Nathaniel'le otururum." diye araya girdi Alix. "O genelde çizim yapar, pek konuşmaz ama sessizlik iyidir." Nathaniel hafifçe kızardı ama bir şey demedi.

Kim kollarını bağladı. "Bana Ivan'la oturmak düşüyor yani?" diye homurdandı. Ivan omzunu silkerek gülümsedi. "Neden olmasın? Benim için fark etmez."

"Tamam herkesin yeri belli oldu." dedi Alya, başını onaylar şekilde sallayarak. "Şimdi, afiyet olsun!"

Herkes yerine oturduğunda Marinette farkında olmadan Adrien'la göz göze geldi. İçindeki heyecanı bastırmaya çalışarak çatalını eline aldı.

Chloe, yemek yerken Adrien'a dönüp konuşmaya başladı. "Hatırlıyor musun Adrien, küçükken her öğle arası benim evime gelirdin? Babam bize özel yemekler yaptırırdı. Şimdi de bir gün bana gelmelisin. Eskisi gibi!"

Adrien, biraz mahcup bir ifadeyle gülümsedi. "Ah, evet... Küçüklüğümüzde gerçekten çok iyi vakit geçiriyorduk."

Marinette, kaşığını tabağında gezdirirken istemsizce Chloe'ye baktı. O ve Adrien'ın geçmişi hakkında pek bir şey bilmiyordu. Alya, onun düşüncelere daldığını fark edince hafifçe yana eğildi.

"Ne o, merak mı ettin?" diye fısıldadı. "Sana sonra anlatırım."

Marinette hızla başını iki yana salladı. "Hayır, hayır, sadece..." diye mırıldandı ama sözleri havada kaldı.

Kafeteryanın uğultusu içinde herkes sohbet etmeye başlamıştı. Kim ve Ivan spor hakkında tartışırken, Max matematik problemleri hakkında bir şeyler anlatıyordu. Mylene ve Nathaniel sanattan bahsediyordu. Alix ise büyük bir iştahla yemek yiyordu.

Ama Marinette'in dikkati, hala Adrien ve Chloe'nin sohbetindeydi. İçinden, "Ben de Adrien'la eskiden tanışsaydım keşke..." diye düşünmeden edemedi.

Kafeteryanın uğultusu içinde herkes yemeğini yerken Marinette, çatalını tabağında gezdirerek sessizce Chloe'yi izliyordu. Onun Adrien'la çocukluk anılarını anlatışı, kendisini biraz garip hissettirmesine neden olmuştu. Ne kadar inkar etmeye çalışsa da Adrien'ın geçmişi hakkında pek bir şey bilmediğini fark ediyordu. Özellikle Chloe ile olan ilişkisini...

Alya, Marinette'in bir şeyleri kafasına taktığını hemen anlamıştı. Dirseğini masaya koyup başını Marinette'e doğru eğdi. "Yine bir şeyler düşünüp duruyorsun. Neymiş bakalım?"

Marinette bir an duraksadı. İçinden söylemesem mi acaba? diye geçirdi ama sonunda içini dökmeye karar verdi. "Sadece... Chloe'yi pek tanımıyorum. Onunla ilgili pek bir şey bilmiyorum."

Alya, bu sözleri duyunca kaşlarını kaldırdı. "Ve tanımak mı istiyorsun?"

"Yani... Kötü biri olduğunu biliyorum ama Adrien'la geçmişleri var. Belki de..." Marinette sözlerini tam toparlayamıyordu. İçindeki merak, Adrien'ı daha iyi tanıma isteğinden mi kaynaklanıyordu yoksa gerçekten Chloe hakkında daha fazla şey bilmek mi istiyordu?

Nino araya girerek gülümseyerek "Chloe'yi tanımak mı istiyorsun? O zaman geçmişini araştırmak yerine, onu birkaç gün gözlemle yeter. Sana kendini göstermek için ekstra çaba harcar!" dedi.

Alya başını salladı. "Nino haklı. Chloe kendini o kadar belli eden biri ki, onun hakkında bilmen gereken her şeyi zaten görüyorsun."

Ama Marinette, Chloe'nin sadece kaba ve kendini beğenmiş hallerini görüyordu. Oysa Adrien'ın onunla ilgili güzel anıları olduğuna göre, bir zamanlar iyi bir arkadaş olabilmiş olmalıydı, değil mi?

Bu düşünceyle kafasını kaldırıp Chloe'ye baktı. O sırada Chloe, kahkahalar atarak Sabrina'ya bir şeyler anlatıyordu. Marinette içinden Acaba Adrien'la dost olabilmeyi nasıl başardı? diye düşündü.

Bir şeyler yapmalıydı. Eğer Adrien'ı daha iyi tanımak istiyorsa, onun geçmişindeki insanları da anlaması gerekiyordu.

"Sanırım Chloe'yle biraz daha fazla vakit geçireceğim." dedi Marinette, kendi bile ne söylediğine şaşırarak.

Alya ve Nino aynı anda "Ne?!" diye bağırınca, kafeteryadaki birkaç kişi dönüp onlara baktı. Marinette ise, biraz panikle çatalına sarılıp sessizce yemeğini yemeye devam etti. Ama aklındaki plan belliydi: Chloe'yi daha yakından tanıyacaktı. Kafeteryada geçen sohbetin ardından Marinette, hala Chloe'yi daha iyi tanıyıp tanımama konusunda emin olamıyordu. Ama içinde, onu anlamaya dair güçlü bir merak oluşmuştu. Belki de Chloe sandığı gibi biri değildi? Ya da en azından, Adrien'ın onunla neden arkadaş olduğunu öğrenebilirdi.

Öğleden sonra dersler sona erdiğinde, okulun çıkışında Alya ve Nino birlikte yürüyordu. Marinette, Alya'nın yanına yaklaşarak koluna hafifçe dokundu.

"Alya, bugün dışarı çıkmak yerine benim evde buluşsak olur mu? dedi, biraz çekinerek.

Alya kaşlarını kaldırdı. "Emin misin? Bence dışarı çıkıp biraz hava almak daha iyi olur."

"Hayır, hayır, gerçekten. Evde takılmak istiyorum." Marinette hızlıca ekledi. "Biraz konuşmak istediğim şeyler var."

Alya, ona dikkatlice baktı. Marinette'in bir şeyler planladığını hemen anlamıştı. Ama ne olduğunu merak ediyordu. Hafifçe gülümsedi ve başını salladı. "Tamam, Marinette. Evde buluşalım o zaman. Ama bana bir açıklama borçlusun."

Nino, yanlarından geçerken gülerek "Aman, siz kızların gizemli planları hiç bitmiyor." dedi ve Alya'ya göz kırptı. "Ben de bir ara Adrien'la takılırım o zaman."

Marinette, içinden "Tamam, bu iyi oldu." diye düşündü. Çünkü Adrien'ın Nino'yla vakit geçirmesi demek, Chloe'nin ona yapışamayacağı anlamına geliyordu.

Alya ile birlikte Marinette'in evine doğru yürürken, Marinette aklında Chloe hakkında neler bildiğini ve onu nasıl daha iyi anlayabileceğini düşünmeye başladı. Bugün bir karar almıştı: Chloe'yi daha yakından tanıyacak ve onun gerçekten kim olduğunu anlamaya çalışacaktı.

Marinette ve Alya, okul çıkışında sohbet ederek yürürken, Adrien da çantasını omzuna atmış, Nino'yla konuşuyordu. O sırada okulun önüne lüks siyah bir araba yanaştı. Kapı açıldığında Nathalie, her zamanki gibi ciddi yüz ifadesiyle dışarı çıktı.

"Adrien, gitme vaktin geldi." dedi, nötr bir ses tonuyla.

Adrien, arkadaşlarına dönerek hafifçe gülümsedi. "Sanırım plan iptal oldu."

Nino hafifçe iç çekti. "Yine mi? Dostum, senin bizimle özgürce takılabileceğin bir gün olacak mı acaba?"

Adrien omuz silkti. "Belki bir gün." dedi, içinde küçük bir hayal kırıklığıyla.

Chloe, uzaktan bu sahneyi izliyordu. Kaşlarını kaldırarak ellerini beline koydu. "Ah, tabii ki Adrien benim gibi özel biri! Herkes sizin gibi boş zaman geçirip ayaklık yapamaz."

Marinette, Chloe'nin bu sözlerine dişlerini sıkarak karşılık vermemek için kendini tuttu. Alya, onun sinirlendiğini fark edip alçak sesle "Sakin ol!". diye fısıldadı.

Adrien, Chloe'nin sözlerini duymamış gibi yaparak arkadaşlarına el salladı. "Görüşürüz! Yarın okulda buluşuruz." dedi ve arabaya bindi.

Nathalie, Adrien'ın kapısını kapattıktan sonra kısa bir bakış atarak sürücüye işaret verdi. Araba hızla okulun önünden uzaklaşırken Marinette, Adrien'ın bir an bile olsun kendi hayatını yaşayamamasına üzülerek baktı.

Alya, omuz silkerek yürümeye devam etti. "Neyse, en azından biz hala özgürüz. Hadi, senin eve gidelim ve şu Chloe meselesini konuşalım."

Marinette, Alya'ya gülümseyerek başını salladı. Bugün, Chloe'yi daha iyi tanımaya dair planını uygulamaya başlayacaktı.

Okulun önünde yaşanan bu küçük sahne, karşı kaldırımda duran yaşlı bir adamın dikkatinden kaçmamıştı. Bastonuna hafifçe yaslanarak, yüzüne bilgece bir ifade yerleştirmişti. Gözleri, Adrien'ın lüks araca binişini ve Marinette'in ona üzgün bakışlarını dikkatle izliyordu.

Usta Fu, derin bir nefes alarak hafifçe başını salladı. "Kader ipleri birbirine dolanmaya devam ediyor..." diye mırıldandı.

Onun yanında duran Wayzz, kabuğunun içinden başını uzatarak efendisine baktı. "Endişeli görünüyorsunuz, Usta."

Fu, gözlerini Marinette ve arkadaşlarına çevirdi. Marinette, Alya ile birlikte yürürken hala düşünceli görünüyordu. Gözlerinde kararlılık vardı. Sanki önemli bir karar almış gibiydi.

"O kız... Kalbi hala saflığını koruyor." dedi Fu yavaşça. "Ama ruhu, büyük bir yol ayrımında. Onun seçtiği yol, sadece kendisinin değil, tüm Paris'in kaderini etkileyecek."

Wayzz hafifçe iç çekti. "Bu sizin için kolay bir durum değil, değil mi?"

Fu hafifçe gülümsedi. "Hiçbir zaman kolay olmadı, Wayzz."

Yaşlı adam, Marinette'in gözden kaybolduğu yöne son bir kez baktı. Ardından bastonunu yere hafifçe vurup arkasını döndü. Yavaş ama emin adımlarla kalabalığın arasında kaybolmaya başladı. Paris'te işler giderek daha karmaşık bir hal alıyordu.

Hawk Moth'un Uyanışı

Gabriel Agreste, mahzenin karanlık köşesinde dim bir ışık altında yalnızdı. Ellerindeki mor kelebek sembolü işaretli broşu incelerken, yıllarca süren araştırmalarının sonucu olan bu gücü nihayet kullanmaya karar verdi. Broşun üzerine parmağını koyduğunda bir huzursuzluk hissi yayılmaya başladı.

"Nooroo..." diye fısıldadı, sesi yankılandı odanın duvarlarında. "Artık zamanı geldi. Bana mucizenin gücünü anlat."

Broşun içinde aniden hafif bir ışık parladı. Birdenbire, parlak mor bir ışık dalgası yayıldı ve broşun içinden, kanatları ince ince açılmaya başlayan küçük, zarif bir varlık belirdi. Nooroo, Gabriel'ın gözlerinin önünde uçarken, derin, güçlü bir sesle konuştu. Sesinde derin bir hüzün ve endişe vardı.

" Efendim... bu güç... Bu güç insanlara yardım etmek için var. Bu, onların kalplerindeki en karanlık korkuları ve olumsuz hisleri ortaya çıkararak onları iyileştirmek için kullanılmalıdır." Nooroo'nun sesi, tınısındaki derin üzüntüyle odanın içinde yankılandı. "Ama... sen bu gücü farklı bir şekilde kullanmayı planlıyorsun. Bu, kalbinin kararmasına sebep olur."

Gabriel, gözlerini ondan ayırmadan, kararlılıkla "Bu gücü kontrol etmem gerekiyor. Ve bu dünyayı yönetmek... Benim amacım sadece düzeni sağlamak. Karım Emily'i hayata döndürmek. Kaos, korku ve nefret... Bunlar sadece araçlar. İhtiyacım olan şey, her şeyi kontrol etmek. Uğur Böceği ve Kara Kedi'nin gücünü alacağım."

Nooroo, üzgün bir şekilde kanatlarını çırpıp Gabriel'in etrafında döndü. "Efendim, bu gücün gerçek amacı... kötülüğü yenmek, iyiliği yaratmak... Bu gücü sadece insanların kalplerindeki karanlıkla savaşmak için kullanmalısınız."

Nooroo'nun sesi titredi, gözlerinde bir damla hüzün oluştu. "Kelebek Mucizesi, kalbinde iyilik taşıyan bir kişinin elinde en güçlü halini alır. Her insanın içinde, sevgi ve umut vardır. Onların karanlık korkularını dindirmek, onların en güzel halini ortaya çıkarmak için kullanılmalıdır. Ama sen bu gücü... sadece kendi çıkarların için istiyorsun."

Gabriel, Nooroo'nun söylediklerine karşılık vermedi. Derin bir sessizlik vardı, sadece mahzenin loş ışığında mor kelebek sembolü parlıyordu. Nooroo'nun endişesi, Gabriel'ın zihninde yankı yapıyordu. Ancak o, buna aldırmaksızın gücün kendisi için ne kadar önemli olduğunu biliyordu.

"İyilik..." diye fısıldadı Gabriel, sanki bir an duraksayarak. "Ama iyilikne işe yarar ki? Dünyanın gerçek düzeni bu. Korkuyla yönetmek, nehir gibi akar, her şeyi kontrol eder. Benim yolum bu."

Nooroo, gözlerini kapatarak bir an sustu. Sonra her zamankinden daha yumuşak bir şekilde konuştu.

"İyilik, karanlığı yener. Kötü duyguları yönetmek, sadece daha büyük karanlık yaratır. Bu gücü iyilik için kullanmalısın. İnsanları sevgiyle, umutla yönlendirmelisin."

Gabriel, kısa bir süre sessiz kaldı. Ardından derin bir nefes aldı ve broşu tekrar elinde sıktı. "Evet... iyilik... Ama bu iyiliği nasıl kullanacağımı ben seçeceğim. Ve bu gücü benim yolumda kullanacağım."

Nooroo, içindeki üzüntüyü derin bir nefeste bastırarak Gabriel'e baktı. "O zaman dikkatli olun, efendim. Bu güç, sizi karanlık yolda daha da derinlere çeker. Fakat eğer doğru yolu seçerseniz, insanları kurtarabilirsiniz..."

Gabriel, ona dönüp son bir kez bakarak, broşu taktı. "Artık bu değişmeyecek. Benim yolum, gücün kontrolünü ele geçirmek. Artık yeterince güçlüyüm."

Ve ardından, dönüşüm sözünü söyledi: "Nooroo, kara kanatlar açıl!"

Bir anda mor ışıklar her yere yayıldı. Kelebek şeklindeki güç sembolü parladı ve Gabriel'ın etrafını sararak, onu tamamen sarhoş eden bir güce dönüştü. Derin, karanlık kanatlar açıldı, omuzlarına pelerin düştü ve yüzünü bir maske kapladı. Artık Gabriel, Hawk Moth olmuştu.

"Şimdi her şey kontrolümde." dedi Hawk Moth, karanlık bir gülümsemeyle. "Ve bu gücü, bana engel olan her şeyi yok etmek için kullanacağım."

Burjuva Ailesi

Paris'in en güçlü ve en zengin ailelerinden biri olan Burjuva Ailesi, ihtişamlı hayatları ve katı kurallarıyla tanınıyordu. Şehrin en önemli makamlarından birine sahip olan Belediye Başkanı Andre Bourgeois, dışarıdan bakıldığında mutlak bir güce sahip gibi görünse de, özel hayatında bambaşka bir mücadele veriyordu.

Andre Bourgeois - Paris'in Belediye Başkanı

Andre Bourgeois, Paris'in seçkin ailelerinden birinin varisiydi ve siyasete girdiği günden beri şehrin düzenini korumaya odaklanmıştı. Güleryüzlü, nazik ve halka karşı sevecen bir tavır sergilese de, gerçek şu ki, Andre her zaman baskı altında yaşayan bir adamdı. Ancak, ona en büyük baskıyı Paris halkı değil, eşi Audrey Bourgeois yapıyordu.

Audrey Bourgeois - Moda Dünyasının Kraliçesi

Audrey Bourgeois, ünlü bir moda eleştirmeni ve tasarımcıydı. Moda dünyasında otoriter bir figür olarak tanınıyor, her şeyi kusursuzluk üzerinden değerlendiriyordu. Soğuk ve kibirli duruşu, çevresindekileri sindirmeye yetiyordu. Audrey için başarı, sadece güç ve prestijle ölçülürdü. Evliliğini de aynı mantıkla yürütüyordu.

Andre'nin belediye başkanı olmasını teşvik eden Audrey olmuştu, çünkü bir "Bourgeois" ailesinin başının sıradan biri olmasına izin veremezdi. Ancak, Andre'nin onun gözünde hiçbir zaman yeterince güçlü ya da prestijili olamadığını düşünüyordu. Ona sürekli baskı yapıyor, "zayıf" ve "ezik" olduğunu ima eden küçük sözlerle onun özgüvenini sarsıyordu. Audrey, Paris'te uzun süre kalmaz, çoğunlukla yurtdışında olurdu. Ancak döndüğünde, Andre'yi her zamanki gibi ezici tavırlarıyla karşılıyordu.

Chloe Bourgeois - Şımartılmış Prenses

Ailenin tek çocuğu Chloe Bourgeois, annesi Audrey'nin karakterini miras almış gibiydi. Zenginlik ve güçle büyüdüğü için kendini her şeyin üzerinde görüyordu. Babası Andre'yi kolayca manipüle edebilir, her istediğini yaptırabilirdi. Ona göre, babası her zaman onun emirlerini yerine getiren bir figürdü. Chloe, annesinin gözünde "mükemmel" bir kız olmalıydı. Ancak Audrey, onun bile yeterince iyi olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden Chloe, sürekli ilgi ve onay bekleyen biri olmuştu. Babası Andre ise Chloe'yi her zaman korumaya çalışsa da, Audrey'in etkisi altında olduğu için ona sınır koyamıyordu.

Andre, belediye başkanı olarak Paris'in lideriydi ama evinde, kendi ailesinin gözünde bir lider değildi. Audrey ona sürekli "yetersiz" olduğunu hissettiriyor, Chloe onu istediği gibi yönlendiriyordu.

Bir gün, Audrey tekrar Paris'e döndüğünde, Andre'nin sabrı tükenmek üzereydi. Yine küçümsenmeyi, yine onun sözleriyle ezilmeyi bekliyordu. Ancak bu kez farklı bir şey olacaktı. Bu kez Audrey'in sözleri, içindeki derin öfkeyi tetikleyecekti... Ve işte bu öfke, Hawk Moth'un tam da aradığı şeydi.

Burjuva Otelleri - Lüksün ve Gücün Sembolü

Burjuva ailesi sadece politikada değil, Paris'in lüks otel sektöründe de güçlü bir imparatorluk kurmuştu. Le Grand Paris, onların en büyük gurur kaynağıydı. Şehrin en prestijli ve pahalı oteli. Sadece en zengin, en ünlü ve en güçlü kişiler burada kalabilirdi. Audrey Bourgeois, bu otelin sadece adını taşımakla kalmıyor, aynı zamanda burada kalmayanları "önemsiz" olarak görüyordu. Otel, Burjuva ailesinin prestijinin bir yansımasıydı. Eğer bir kişi burada kalıyorsa, o kişi gerçekten önemli olmalıydı. Ancak bu gösterişli imajın ardında, büyük bir baskı ve kusursuzluk takıntısı yatıyordu.

Andre Bourgeois, her zaman otelleriyle gurur duymuştu. Le Grand Paris, onun kariyerindeki en büyük başarıydı. Belediye başkanı olmadan önce bile, bu oteli Paris'in en saygın noktalarından biri yapmıştı. Ancak ne yaparsa yapsın, Audrey onun çabalarını asla yeterli görmüyordu.

Audrey'nin Sözleri:

"Le Grand Paris benim vizyonum sayesinde bu kadar ünlü oldu, Andre! Sen olmasaydın, burası bir turist tuzağından farksız olurdu."

Andre'nin Düşünceleri:

"Benim eserim olan bu otel bile bana ait değilmiş gibi konuşuyor. Her zaman hakaret, her zaman küçümseme... Bir gün ona gerçek gücümü göstereceğim!"

Otel, sadece bir iş yeri değildi; Burjuva ailesinin gücünü simgeliyordu. Ancak Audrey'nin sürekli eleştirileri, Andre'yi daha da derin bir öfkeye sürüklüyordu. Andre'nin gözleri bir kez daha karardı. Artık sadece belediye başkanı değil, otel imparatorluğunun da tek ve mutlak lideri olacaktı. Ve Le Grand Paris, Audrey'nin değil, onun kontrolünde olacaktı.

Kraliçenin Dönüşü

Le Grand Paris'in önündeki geniş giriş kapıları açıldığında, içerideki tüm personel anında duruşunu düzeltti. Lobide çalışanlar dizilerek beklemeye başladı. Paris'in en etkili ve en korkulan isimlerinden biri, uzun bir aradan sonra geri dönüyordu.

Audrey Bourgeois kapıdan içeri girdiğinde, sanki tüm otel nefesini tutmuştu. Gözlerinde koyu renkli bir güneş gözlüğü, altın detaylarla süslenmiş zarif bir elbise ve topuklarının her adımda çıkardığı tok sesle, buranın gerçek sahibinin kim olduğunu herkese hatırlatıyordu. Arkasında asistanları, bavullarını taşıyan görevliler ve birkaç ünlü moda tasarımcısı vardı. Ancak Audrey'in gözü, sadece iki kişiyi arıyordu: Eşi Andre ve kızı Chloe.

Chloe, otelin VIP salonunda oturmuş, sosyal medyada kendisi hakkında yazılanları kontrol ediyordu. O an, lobiden gelen hareketliliği fark etti. Annesinin gelişini duyunca yüzü aydınlandı. "Annem geldi! Hemen gitmeliyim!"

Ona göre Audrey'in gelişi, sıradan bir olay olamazdı. Annesi, her zaman bir kraliçe gibi karşılanmalıydı. O yüzden, Chloe aynasını çıkarıp son bir kez makyajını kontrol etti, saçlarını düzeltti ve büyük bir özgüvenle annesinin yanına koştu.

Lobiye indiğinde, Audrey'in gözlüklerini çıkardığını gördü. Herkes saygıyla eğiliyor, çalışanlar neredeyse titreyerek ona hizmet ediyordu. Chloe, hızla annesine sarıldı. "Maman! Ah, seni çok özledim! Paris sensiz çok sıkıcıydı! Babam da her zamanki gibi... (Göz devirdi.)

Audrey, ona şöyle bir baktı ve Chloe'nin saçlarına hafifçe dokundu. "Eh, en azından sen beni hayal kırıklığına uğratmadın. Chloe." Chloe bunu duyunca mutlu oldu ama Audrey'nin gözleri, lobinin diğer ucuna çevrildi.

Belediye Başkanı Andre, tam o sırada ofisinden çıkmış, lobiye doğru ilerliyordu. Audrey'in geldiğini duyunca içi sıkışmıştı. Gözleri, lobide bekleyen karısına takıldı. Otel çalışanları nefes bile almıyordu. Chloe mutlulukla annesinin yanında dururken, Andre ağır adımlarla Audrey'in karşısına geçti. "Audrey... Paris'e hoş geldin canım."

Audréy kollarını kavuşturdu, onu baştan aşağı süzdü ve kaşlarını kaldırdı "Hoş mu geldim? Emin misin, Andre? Şu otelin haline bak! Bu kadar sıradan insanlar burada konaklayabiliyorsa, Le Grand Paris'in adı artık lüksle anılmamalı."

André dişlerini sıktı. Otelin her zaman en yüksek standartlarda çalıştığını biliyordu ama Audréy için hiçbir şey yeterince iyi değildi. Audrey çantasından bir mendil çıkarıp sandalyesine oturdu. "Her şey berbat! Le Grand Paris, senin yönetiminde parıltısını kaybetti. Otelin kalitesi düşmüş, müşteri kalitesi zayıflamış... Açıkçası, ben olmasam her şey yıkılırdı."

André'nin elleri istemsizce yumruk oldu. Bunca yıldır bu oteli yöneten oydu, gece gündüz burası için çalışmıştı. Ama Audrey'in gözünde o sadece başarısız biriydi.

Chloé, Annesinin yanında sırıtarak. "Evet baba, annem kesinlikle haklı! Burayı eski ihtişamına geri döndürmeliyiz."

André, Sert bir sesle. "Le Grand Paris hala Paris'in en prestijli oteli. Benim yönetimimde!" Audréy alaycı bir kahkaha attı.

"Senin yönetiminde mi? Ah, zavallı Andre... Senin yönetiminde bir şeyin gelişebileceğini gerçekten düşünüyor musun? Bir belediye başkanı bile olsan, hala zayıf bir adamsın."

Bu son cümle, Andre'nin içinde bir patlama yarattı. Yıllardır Audrey'in sözlerine boyun eğmişti. Ama artık bıktı. Andre'nin gözleri kızgınlıkla parladı. Tüm otel sustu. İçindeki öfke o kadar büyüktü ki, nefes alışı bile değişti. Audrey ise sanki hiçbir şey olmamış gibi rahat bir şekilde arkasına yaslandı. 

Hawk Moth'un Uyanışı

Karanlık mahzende sessizlik hakimdi. Sadece eski duvar saatinin tik takları ve uzaklardan gelen şehir uğultusu duyuluyordu. Ancak bu huzurlu sessizlik, bir anda gölgelerin arasında bir kıpırdanmayla bozuldu. Gabriel Agreste yani Hawk Moth, zihnini açtı ve Paris'in her köşesindeki duyguları hissetmeye başladı. Küçük öfkeler, hayal kırıklıkları, umutsuzluklar... Ama içlerinden biri diğerlerinden çok daha güçlüydü. Belediye binasından yükselen bu öfke, sıcak bir alev gibi göğsüne çarptı. Andre Bourgeois... Öfkesi yoğun, gururu incinmiş ve yılların baskısıyla ezilmişti. Bu, Hawk Moth'un beklediği bir andı. Gülümsedi.

Hawk Moth (kendi kendine fısıldayarak): "Evet... İşte bu! Bir güçsüz, sonunda gerçek gücü tatmak istiyor."

Elleriyle maskesini düzeltti. Bastonunu yavaşça yere vurduğunda, akumatizasyonun enerjisi mahzeni titretti. Gönderdiği kelebek, Andre'ye ulaşacak ve Ona Diktatör olarak yeni bir kimlik verecekti. Ama Hawk Moth'un aklında sadece Andre yoktu.

Hawk Moth (düşünerek): "Uğur Böceği ve Kara Kedi... onları görmek istiyorum. Kim olduklarını bilmiyorum ama çok yakında varlıklarını hissedeceğim. Onlar, bu dünyadaki en büyük rakiplerim olacaklar. Ama önce... onları bulmalıyım."

Derin bir nefes aldı ve bakışlarını hologram üstünde beliren eyfel kulesine çevirdi. "Beni bulmalarını istiyorsam, en büyük sahnede olmam gerek. Paris'in kalbinde, Eyfel Kulesi'nde... Eğer gerçek kahramanlarsa, karşıma çıkacaklardır."

Eyfel Kulesi'nin en yüksek noktasında, Hawk Moth bastonunu havaya kaldırdı. Bastonunun ucundaki mor kristal hafifçe parladı ve gözlerinin önünde gelişmiş bir hologram belirdi. Hologram, Paris'in detaylı bir haritasını gösteriyordu. Ancak bu harita sıradan değildi. Şehrin belirli noktaları kırmızıyla işaretlenmişti. Buralar, planladığı savaşların olacağı yerlerdi. Hawk Moth holograma bakarak "Burası... benim savaş alanım olacak."

Ekranda hareket eden kırmızı çizgiler, Paris'in üstünde bir savaş haritası oluşturuyordu. Hawk moth, sesli kayıt ve görüntü sistemini açtı. Kendi sesi yankılanıyordu.

KAYIT BAŞLATILIYOR...

Hawk Moth (kayıtta): "Uğur Böceği ve Kara Kedi... Kim olduklarını bilmiyorum ama onları tanımak istiyorum. Maskelerinin ardında hangi yüzler saklı? Hangi sırları taşıyorlar? Onları görmeliyim... Ve bir gün, onlardan biri yanlış bir adım attığında, kimliklerini öğreneceğim."

Hologramdaki kırmızı noktalar hafifçe parlamaya başladı. Hawk Moth'un planı basitti: Onları savaşmaya zorlayacak, savaşlarını kaydedecek ve hareketlerini analiz ederek kimliklerine ulaşacaktı.

Hawk Moth kendi kendine alaycı bir gülümsemeyle, "Bir savaşçı, savaş meydanında en çok kendini ele verir..." Kayıt devam ediyordu.

"Eyfel Kulesi, ilk savaşımızın sahnesi olacak. Burada gerçek yüzlerini görmeyeceğim belki... Ama nasıl savaştıklarını, nasıl hareket ettiklerini öğreneceğim. En küçük ipucu bile beni kimliklerine götürebilir. Ve işte o gün geldiğinde...." Sesi daha da karanlık bir tona büründü. "... Mucizeler benim olacak."

Kayıt devam ediyordu sopasından her adımlarını takip edeceği gibi, aynı zamanda mahzeninde de her şey kayıt altındaydı. Alacağı kayıtları hologram sistemi şifreli bir veri deposuna aktarıyordu böylece istediği zaman izleyebilecek, ilerleyen günlerde bu kayıtları analiz edip kahramanların kimliklerini açığa çıkarmak için çalışacaktı. Son bir kez haritaya baktı. Ve ardından, Eyfel Kulesi'nde ilk savaşın başlamasını beklemeye başladı.

Usta Fu, Paris sokaklarında yalnız yürürken, şehrin günlük gürültüsünden uzaklaşarak sadece içsel sezgilerine odaklanıyordu. Yavaş adımlarla ilerlerken, gözlerini kısarak çevresindeki atmosferi hissetmeye çalışıyordu. Bu, yılların bilgeliğiyle öğrenmiş olduğu bir şeydi. Bazen şehrin gürültüsünden çok daha fazlası vardı; hissedemediğiniz, fark edemediğiniz bir güç...

Birden, hissettiği o derin huzursuzluk kesildi. Havanın aniden soğuması, Paris'in üzerinde kara bir gölge gibi yayılan bir etki yarattı. İçindeki his, uyarıcı bir sinyal gibi vücuduna yayıldı. Şehirde bir şeyler yanlış gidiyordu. Usta Fu bir an duraksadı, etrafına dikkatlice bakındı. Bir yerden, bir güç kaynağından yayılan karanlık enerjiyi hissetti. Bu, bilmediği bir güçtü; ama bir şey kesindi, bu tehdit gerçekti. Şehri saran karanlık güç, bir yerden başlıyordu. Ve o an, Paris'in kalbinde bir silüet belirdi. Usta Fu, dikkatle figürü inceledi. Eyfel Kulesi'ne doğru uzaklaşan karanlık bir figür gördü. Hızla ilerleyen bu siluet, şehre yayılan o korkunç gücün kaynağıydı.

Usta Fu'nun kalbi hızla çarpmaya başladı. Hawk Moth, gözleriyle değil, hisleriyle onu fark etmişti. İçindeki sezgi, bu kişiyi tanıyordu; bu kişi, şehri yok etmek isteyen bir gücün sahibiydi. Wayzz, Usta Fu'nun hemen arkasındaydı. "Usta Fu, ne oldu? Neden bu kadar tedirgin oldun?" diye sordu. Usta Fu, içindeki huzursuzluğu bir kenara bırakıp, sert bir şekilde cevap verdi: "Bu güç, bir tehlike getiriyor. Şu anda Paris'te karanlık bir şeyler dönüyor. Ve onu durdurmak için daha fazla bekleyemeyiz."

Wayzz, gözlerinde bir an endişe belirdi. Ama Usta Fu'nun kararlı ifadesi, ona ne yapılması gerektiğini anlatıyordu. Usta Fu birkaç adım geri attı, şehrin kalbinde karanlık enerjiyi izledi. Zihninde, mucizeler ve onların koruyucuları olan Marinette ve Adrien'ın acil bir şekilde yardımına ihtiyacı olduğunu biliyordu. Eğer bu karanlık güç çok fazla ilerlerse, her şey kaybolabilirdi.

Usta Fu (kararlı bir şekilde): "Geriye sadece bir şey kaldı... Mucizeleri onlara teslim etmek. Artık saklamayacağım." Zihninde bir an için, her şeyin hızla değişebileceğini düşündü. Eğer bu fırsatı kaçırırsa, her şey sonsuza kadar kaybolabilirdi. Ama bu tehditi göz ardı edemezdi. Hawk Moth'un karanlık gölgesi, şehri tehdit ederken, Usta Fu, mucizeleri teslim etmek için hazır olmalıydı.

BÖLÜM SONU

Yorumlar

Adsız dedi ki…
👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻👍🏻 PERFECT